12 Mayıs 2009 Salı

KÜRESELLEŞMEVE YERELLEŞME EKSENİNDE DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ

GİRİŞ
Devlet, bir ülke insanlarının beraber yaşamalarını sağlayan en önemli teşkilat olarak tarihteki yerini almış ve günümüzde gelişmiş bir yapı oluşmuştur, aynı zamanda bir ülkede en büyük ve etkili örgüt olarak tarih boyunca ve toplum üzerinde önemli roller oynamıştır. Son yüzyıllara kadar geleneksel yollarla yönetilen devlet bu dönemlerde meşruiyetini yine geleneksel yol ve yöntemlerden almıştır. Tarih boyunca meydana gelen sosyal, siyasal, ekonomik açından bir çok olay ve hareketinde devletin bu rolünü ve meşruiyetini kullanma yolunu değiştirmiştir ve devamında kuramsal olarak farklı teoriler ve ideolojiler çerçevesinde şekillenen devlet modelleri karşımıza çıkarmıştır. Bu bakımdan hem devletin doyurucu bir tanımını yapmak hem de bütün devlet modelleri üstünde yoğunlaşıp bunu aktarmak mümkün değildir. Bu yüzden daha dar bir çerçevede 19.yüzyılı hareket noktası olarak alıp bu dönemden günümüze devam etmekte olan modernleşmeyi ve ulus devleti anlatacağız.
Bunu aktarırken bu süreci destekleyen, etkileyen ve eleştiren kuramlara değineceğiz. Ancak temel olarak ele alacağımız konu belirttiğimiz gibi modernleşmeyi ve bunun tarihsel süreç içinde devlet üzerindeki etkilerini, bunun sonucu olarak ortaya çıkan devlet modeli, yani modern devlet ve ulus devleti açıklamak. Bunları anlatırken öncelikle, birinci adımda devlet ve onun en önemli ve en güçlü iktidar kaynağı olan egemenlik kavramlarının tanımlanması ele alınacaktır. Devamında, devlet kuramlarından, çoğulcu-seçkinci kuramlara, Marksist, liberal ve neo-liberal devlet anlayışına değineceğiz. Marksist devlet anlayışını modernleşme, modern devlet ve ulus devlete getirilen bir eleştiri olarak değinmekte fayda var. Modernleşme ve ulus-devlet kavramlarını Marksist eleştirel kuram çerçevesinde bir bütün olarak değerlendirmek daha doğru olur. Bunun yanında modernleşme ve modern devletin içinde anlam kazanan ve buna yaşam alanı olanağı sağlayan liberal ve neo-liberal devlet anlayışına bir gereklilik olarak değineceğiz. Kuramsal açıklamalardan sonra modern devletin gelişimi çerçevesinde, modernleşme ve ulus –devlet kavramlarını değerlendireceğiz.
Günümüzde modern devletin ve ulus-devletin nasıl bir dönüşüm içinde olduğunu anlamak için bu kavramlar yeterli değildir. Devletin dönüşümü veya yeniden yapılandırılması deyince akla ilk gelen kavramlar şüphesiz ki küreselleşme ve yerelleşmedir o yüzden kuramsal anlamda ve model teşkil etmesi bakımından devleti ve devlet şekillerini anlattıktan sonra günümüzde etkinlik alanı genişleyen ve bütün devlet şekillerini etkisi altına alan ve



kaçınılmaz sonuç olarak değerlendirilen iki önemli kavramı, küreselleşme ve yerelleşmenin devlet sistemleri üzerindeki etkisini, bu iki kavramın ulus devlet kavramına getirdiği yeni anlamı ve etkileşimini de değerlendireceğiz.

1. DEVLETİN TANIMLANMASI VE EGEMENLİK
Devlet belirli bir toprak parçası üzerinde, sözel ya da kayda geçirilmiş norm, kural ve değerler aracılığıyla ya da gerekirse güç kullanarak, uyruk veya yurttaş sıfatıyla tanımlanan insanlar üzerinde doğrudan ve dolaylı denetim kuran ve bu denetimi meşru sayılan araçlar yoluyla kullanan, bu kişiler üzerinde tanımlanmış haklara sahip ve aynı zamanda bu kişilere karşı belirli ödevleri olan, siyasal varlığı kendi dışındaki siyasal varlıklar tarafından tanınan, iktidar ve zor kullanma tekeline sahip en üst yönetim aygıtıdır. Devletin üç işlevi tanımlanmıştır. 1) Üretim araçlarının ve üreticilerinin korunması ve gelişmesi için gerekli koşulların sağlanması; 2) Üretim ilişkilerinin korunması ve gelişmesinin sağlanması; 3) Devlet aygıtının güçlü tutulması ve devletin toplumun sürekli bir biçimde üstünde yer almasının sağlanması (Aydın, 2005;14). Bu işlevlerden de anlaşılacağı gibi, devlet aygıtı ile üretim arasında doğrudan bir ilişki ve karşılıklı ihtiyaç söz konusudur. Bunun yanısıra bu işlevleri yerine getirmek için devletin dört temel kurumdan oluştuğunu söylenebilir. Bunlar; Belirli bir toprak üzerinde hükümranlık ve bu toprakta yaşayan insanlar üzerinde varsayımsal ve ideolojik hakimiyet, Hukuk, Güvenlik ve zor aygıtları (ordu, polis, milis vs.). Son olarakta, maliye (üretimden artığı çekme mekanizmaları) (Aydın, 2005;15) Bu dört kurumun her biri birbirini bütünleyen ve tamamlayan kurumlardır. Ancak devletin büyük ölçüde hakimiyet alanını belirleyen birinci kurum yani egemenlik bunlar arasında en önemli ve en işlevsel olan kurumdur.
Devletin varlığının vazgeçilmez öğeleri olarak ülke, nüfus, hükümet ve egemenliği dikkate almalıyız. Ancak, bu öğeler demokratik devlet için zorunlu olmasına karşın yeterli değildir. Bu öğelere ilave olarak, bir devletin kurumsallaşmış demokratik bir devlet olabilmesini sağlayan diğer öğelere de sahip olması gerekir. Demokrasinin kurumsallaşmasını kolaylaştırıcı bu öğeler kısaca siyasal toplum, sivil toplum, ekonomik toplum ve hukukun üstünlüğü ilkesi şeklinde özetlenebilir. Burada devleti oluşturan öğeleri iki kısma ayırmak mümkün; hatta böyle bir sınıflandırma zorunlu gözükmektedir. İlk kategori formel veya birinci niteliklerdir, diğer kategori ise ikincil veya tamamlayıcı nitelikleri içerir; kurumsallaşmış bir demokratik devleti diğer yönetim şekillerinden ayıran da bu ikincil ya da tamamlayıcı niteliklerdir. Herhangi bir devleti tanımlamak için kullanılan nitelikler formel veya birincil nitelikler olarak tanımlanabilir. Çünkü bu nitelikler yalnızca demokratik devletler için değil, bütün devletler için geçerlidir. Formel nitelikler bütün devlet şekillerinin varlığını sürdürmesi ve işlevlerini yerine getirmesi için gerekli olan asgari şartlar olarak değerlendirilebilir. İçinde yaşadığımız politik birim, ulus-devletin tarihsel bakımdan özgül nitelikleri bulunmaktadır.
Egemenlik teriminin sözlük anlamı; “hiçbir denetim ve sınır kabul etmeyen sınırsız yetki, bütün güçleri aşan güç” olarak tanımlanmaktadır. Siyasal bilimlerde ise “devlete tanınan en üstün iktidar” olarak tanımlanmakta ve ulusal sınırlar içinde yalnız devletin yetki ve güç sahibi oluşuna “iç egemenlik”, uluslar arası düzeyde de devletin yalnızca kendi taahhütleri çerçevesinde sınırlandırılabilen mutlak bağımsızlığına “dış egemenlik” denilmektedir. Bağımsızlık anlamına gelen iç egemenlik, devletin kendi ülkesi sınırları dahilinde bütün toplumsal ve siyasal guruplara karşı münhasıran (ortak kabul etmeden) kullandığı en üstün kuvvetken, dış egemenlik, uluslar arası ilişkilerde bir devletin diğer devletler karşısında bağımsız, kararlarında serbest ve eşit olması anlamına gelmektedir.
Devletin iç egemenliği, doğrudan doğruya devletin devlet olmasından doğan temel bir yetki olması dolayısıyla ülke sırları içerisindeki başkaca hiçbir egemenliğin kullanım biçimiyle ile eşit konumda bulunmaz ve devlet bu özellikli konumu gereği iç sınırlar dahilinde en yüksek emir ve kumanda yetkisine sahiptir. Devletin dış egemenliği ise devletlerarası ilişkilerde bütün devletlerin hukuk karşısında eşit sayılmasını, bir devletin başka devletlere bağlı olmamasını ve uluslar arası ilişkiler açısından diğer devletler karşısında ikinci derecede sayılmamasını ifade eder. Egemenlik her şeyden önce bir meşruiyet meselesidir ve modern dünya sisteminde egemenliğin meşruiyeti karşılıklı tanımayı gerektirir. Egemenlik varsayımsal bir alışveriştir bu alışverişte potansiyel olarak çatışan taraflar de facto güç realitelerine saygı gösterir ve kendileri için en az maliyetli stratejiler olması itibariyle karşılıklı olarak birbirini tanırlar.
Egemenlik aynı zamanda çok önemli siyasal sonuçları olan yasal bir iddiadır. Bu sonuçlar nedeniyle egemenlikle ilgili meseleler, hem içeride devlet bünyesinde hem uluslar arası planda devletler arasında siyasi mücadele için merkezi öneme sahiptir (Wallersteın, 2005;76). Egemenlik, her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, öz ve esas olarak, kendinden daha üst bir otorite olmamasını ve eğer böyle bir şey varsa ona boyun eğmemesi ve kendinin bizatihi bir üst otorite olması halidir. Egemenliğin kime ait olduğu gibi teorik ve ütopik bir tartışmaya girmenin gereği yoktur. Çünkü egemenlik devletin bizzat kendisine aittir, zira onun tarafından kullanılmaktadır ve zaten egemenlik yoksa devlette yoktur, bunun yanı sıra egemen olunanlar olmadan egemenlikte olamaz, o halde devlet egemense, bu ancak kendinden kaynaklanıyor olmalıdır. Açıkçası, egemenliği bizzat devlet yaratır ve kullanır. Ama bu fiili gerçekliğin karşısında, egemenliğin kimin adına kullandığı her zaman spekülatif bir alan yaratmakta ve siyasetin göze görünür bölümü burada cereyan etmektedir (Kılıçbay, 2004;17).

2. DEVLET KURAMLARI
2.1. Çoğulcu ve Seçkinci Yaklaşım
Çoğulcu yaklaşım, kamu kurumlarının ve devletin nasıl çalıştığı sorusunu demokratik değerler bağlamında cevap aramaktadır. Doğrudan demokrasi tarihteki az nüfuslu Eski Yunan Atina şehir devletinde bile uygulanabilme şansı bulmamıştır. Halbuki modernleşme süreciyle büyüyen nüfusuyla ve şehirleriyle büyük organizasyonlar haline gelen modern yaşam biçiminde doğrudan demokrasinin hiç uygulama şansının olmaması, modern devlette demokrasinin uygulanmasında yeni bir yol ve çözüm aramaya götürmüştür; buda temsili demokrasidir. Bu büyüyen ve karmaşık hale gelmiş devlet-toplum ilişkilerinde toplumdaki grupların devlet teşkilatında temsili için aracı bir kurum ortaya çıkmıştır; siyasal parti. Günümüzde siyasal partiler temsili demokrasinin en önemli kurumları haline gelmiştir.
Çoğulculuk anlayışı temsili demokratik değerlerden kaynaklanan bir yaklaşımdır. Böylece çoğulcu yaklaşım demokratik bir toplumda siyasal partilerin yeri ve rolü ile toplumdaki baskı gruplarının yeri ve rolünü analiz etmektir.Çoğulcu yaklaşıma göre devlet, egemen güç olan ulusun (halkın) emrindedir. Devlet teşkilatı halka hizmet için vardır. Dolayısıyla demokratik devlet halka göre ikincil konumda olup halkı memnun etmeyi amaçlayan bir devlettir. Devlet halkının insanca yaşamasını sağlayacak hizmetleri ya üretir ya da üretir (Çevik, 2004;33).
Çoğulcu yaklaşımın ortaya koyduğu şekliyle, devlet tarafsız, kamu yönetimi alanı ve kamu politikaları, sosyal ve siyasal gruplar arasındaki ilişkiler tarafından şekillendirilir. Böylece liberal demokratik toplumda bir uzlaşmaya varılır. Ancak Seçkinci yaklaşım ise, devletin ne tamamen topluma hizmet eden bir mekanizma olduğunu ne de sermaye sahiplerinin aracı olduğunu kabul eder. Devlet elindeki organize siyasal güçle, kamusal kaynaklarla ve bürokrasiyle kendi zatında güce sahip bir mekanizmadır. Dolayısıyla devlet topluma hizmet ediyor olabilir. Ya da bazen sermaye sahiplerinin lehine hareket ederek onların çıkarını koruyabilir. Ancak günümüzün Batılı modern liberal demokratik devleti, aslında kendine özgü gücü olan ve içindeki bürokratlarıyla kendine ait çıkarları ve amaçları olan bir organizasyondur. Seçkinci yaklaşımın bu görüşü sadece modern devlet yapısıyla ilgili olmayıp, aynı zamanda tarihteki bütün yönetim biçimlerine de uymaktadır.Çünkü özellikle geleneksel yönetim yapılarında siyasal erki elinde bulunduran devlet içindeki organize güce tamamen sahip oldukları gerçektir (Çevik, 2004;37).
Seçkinci yaklaşımda, en önemli nokta, bir toplumda ve siyasal sistemde yönetici ve seçkinler grubunun var olduğu gerçeğidir. Bunların değerleri ve tercihleri çoğunlukla kamu politikalarını belirler. Diğer bir deyişle, kamu politikalarına yönetici gruplar tarafından karar verilir ve uygulanır.

2.2. Marksist Devlet
Marks’ın devlet konusundaki ilk görüşleri Hegel’in etkisindedir. Devleti hukuk, ahlaki, siyasal özgürlüğün içinde gerçekleştirilmesi gerektiği, tek tek vatandaşların devletin yasalarına uyarken yalnızca kendi akıllarının, insan aklının doğal yasalarına uyduğu büyük bir organizma olarak görür. Alman İdeolojisi’nde, Engels ile birlikte devleti, sınıflarla ilişkisi içinde tanımlar. ”Artık bir zümre değil, bir sınıf olduğu basit gerçeğinden yola çıkarak, burjuvazi kendisini, bundan böyle yerel çapta değil ulusal çapta örgütlenme ve ortalama çıkarlarına genel bir bir biçim verme zorunluluğunda görür. Bu “genel biçim” devlettir ve burjuvazinin hem iç hem de dış amaçlarla, mülkiyetlerinin ve çıkarlarının karşılıklı güvencesi için zorunlu olarak benimsediği örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir. Bu görüşün en somut ifadesi Manifesto’da karşımıza çıkar. Modern devletin yürütme gücü, bütün burjuvazinin genel işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” (Dilber, 1998;32).
Marks’a göre tarih toplumlar arası çatışmalardan meydana gelmiştir ve her şey kendi zıttını yaratmaktadır. Batı toplumları geleneksel yapı olan feodal dönemden sonra kapitalist döneme geçeceklerdir. Marks’ın yaşadığı dönem olan 1800’lü yıllar İngiltere’de sanayi devriminin revaçta olduğu ve hızla sanayileşme ve dolayısıyla şehirleşmenin olduğu bir dönemdir. Toplumda özellikle sermaye sahiplerinin önemli rol oynadığı ve çalışma koşullarının çok kötü olduğu bir dönemdir. İşte bu kapitalizmin en şiddetli şekilde sürdüğü İngiltere’de Marks, sosyalist devrimin olacağına inanmış ancak öngörüleri çıkmamıştır.
Marksizmin dayandığı temel düşünce toplumun alt ve üst yapılardan meydana geldiğidir. Alt yapı asıl belirleyici ve diğer üst yapıları yaratmaktadır. Alt yapı ekonomik yapıdır ve her türlü üretim araçlarını ve maddeyi ifade eder. Bu anlamda Marks’ın tarihi meteryalizmi (maddeciliği) diyalektik yaklaşımı nasıl kullandığını gösterir. Üst yapı ise ekonominin (üretim araçları ve ürünler) dışında toplumdaki her türlü ideolojik, kültürel, sosyal, dini ve benzeri yapılardır. Alt yapı olan ekonomi (madde) diğer üst yapı kurumlarını belirleyip yaratmaktadır. Ancak kapitalist toplumda ekonomik değerlerin (üretim araçları ve benzeri maddi servetin ) sahibi zenginlerdir (burjuvazidir). Diğer taraftan bu ekonomik değerleri üreten işçilerdir (proleterya). Bu iki sınıf kapitalist toplumda devamlı çatışma halindedir.. Sermaye sahipleri çalışan işçilerin emeğini sömürmekte ve haklarını vermemektedir. İşçi sınıfının bilinçlenmesiyle sermaye için çalışanlar bir araya gelerek güçlerini birleştirecektir. En sonunda işçiler sermaye sahiplerine karşı savaşlarında başarıya ulaşacaklar ve üretim araçlarının kontrolünü ele geçireceklerdir. Aynı zamanda zenginlere destek çıkan ve onların emrinde olan kapitalist devlet işçiler tarafından ele geçirilecek bir süre için emek gücünün amacına çalışacak ve sonunda komünal her şeyin ortak olduğu toplum yapısına ulaşacaklardır. Özetle Marks’ın bu görüşlerini ele aldıktan sonra Marks’ın ve Marksizmin devlete nasıl baktığına bakabiliriz. Aslında klasik Marksizmin devlet ve kamu yönetimiyle doğrudan ilgilenmeleri söz konusu değildir. Marks ve Engels, toplumdaki sınıfsal ilişkileri analiz etmeyi amaçlamışlar ve kurgularını bunun üzerine oluşturmuşlardır. Ancak devleti zenginlerin bir aracı gibi gördükleri dolaylı olarak anlaşılabilmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi Marksist düşüncenin temeli genel olarak bir toplumdaki sınıf kavramına ve aralarındaki mücadeleye dayanır. Böylece, kamu yönetimi ve kamu politikaları bu açıdan sınıf mücadelelerinin sonuçları olarak görülebilir. Devlet çalışanlar üzerinde ve onların aleyhine olmak üzere sermaye sahipleri için çalışan bir araçtır. Marks’a göre işçiler devleti ele geçirmeye çalışmalıdırlar. Bir gün işçiler devleti ele geçirecek ve toplumdaki adaletsizliklere son vereceklerdir. Ancak Marks’tan sonraki dönemlerdeki gelişmeler Marks’ın tahminlerinin tersine olmuştur. Ancak sosyal ve siyasal yapıların açıklanmasında yine de Marksistlerin devlet ve topluma getirdiği yaklaşımlar önemlidir. Onların nazarında hala kapitalist sitemin devleti olan liberal demokratik devlet, sermaye sahipleri tarafından kontrol edilen bir makine ve araçtır. Klasik Marksizm’e göre devletin sermaye akışına ve sermaye sahiplerine hizmet eden bir araç olduğu görüşü daha sonraki yüzyıldaki gelişmelere paralel yeni Marksistler tarafından yeniden tanımlanmıştır.
Bunlar özellikle 2.Dünya savaşı sonrasında Batı Avrupa ülkelerinde iktidara gelen sosyalist partilerin modern devletin sermayeye hizmet eden kapitalist niteliğini ne kadar değiştirip değiştirmediğini tartışmışlar ve bazı noktalarda her ne kadar Marks’tan ayrılsalar da devletin uzun dönemli olarak kapitalist niteliğini kaybetmediğini ve yine sermaye sahiplerine hizmet ettiğine inanmışlardır. Louis Althusser’e göre de, Marksist Devlet, Manifesto ve 18 Brumaire’den beri açıkça baskı aracı olarak kabul edilir. Devlet, yönetici sınıfların artı değerin zorla elde edilmesi sürecine boyu eğmesi için, işçi sınıfı üzerindeki egemenliklerini güven altına almalarını sağlayan bir baskı makinesidir. “Öyleyse devlet her şeyden önce, Marksist klasiklerin devlet aygıtı adını verdikleri şeydir. Bu terim şunları kapsar: Hukuki pratiğin gerekleri uyarınca zorunluluğun ve varlığını kabul ettiğimiz ordu ve bu bütünün üzerinde,devlet başkanı, hükümet ve yönetim. Bu biçimde sunulduğunda, Marksist-Leninist devlet kuramı işin özüne dokunuyor ve işin özünün burada olduğunu biran için bile reddetmek söz konusu olamaz. Devleti, burjuvazi ve müteffiklerinin proletaryaya karşı verdikleri sınıf mücadelesinde, egemen sınıflarının hizmetindeki baskıcı müdahale ve yürütme gücü olarak tanımlayan devlet aygıtı, devletin ta kendisidir ve devletin temel işlevini tam anlamıyla tanımlamaktadır” (Althusser, 2003;163).
1917 gibi bir toplumsal devrimden sonra bile, devlet iktidarı proleterya ve yoksul köylülük ittifakınca ele geçirildiği halde, devlet aygıtının büyük bir bölümü, olduğu yerde kalmıştı. Marksist devlet kuramının bu konuyla ilgili görüşünü özetlemek istersek, Marksist klasiklerin hep şunları öne sürdüğünü söyleyebiliriz. 1)Devlet, devletin (baskı) aygıtıdır, 2) Devlet iktidarı ile devlet aygıtını birbirinden ayırmak gerekir, 3) Sınıf mücadelelerinin hedefi devlet iktidarıdır, dolayısıyla, devlet iktidarını ellerinde tutan sınıflarca (veya sınıf yada sınıf fraksiyonları ittifakı) devlet aygıtının kendi sınıfsal hedefleri doğrultusunda kullanılmasıdır ve 4) Proleterya, var olan burjuva devlet aygıtını yıkmak ve bu ilk aşamada onun yerine bambaşka bir devlet aygıtı koymak, daha ileriki aşamalarda ise, radikal bir süreci, devleti yıkma sürecini (devlet iktidarı ve her türlü devlet aygıtının sonu) başlatmak için devlet iktidarını ele geçirmelidir.Bu açıdan bakıldığında, Marksist devlet kuramına eklenmek istenilen öneriler zaten kendisinde bütünüyle var denilebilir (Althusser, 2003;167).
Marks sosyalizmin en büyük savunucusu olmasına rağmen, her şeyden önce -özellikle kendi döneminin- kapitalizmin bir analizcisiydi. Olgunluk dönemi yazılarında, kapitalizm altında devlet-toplum ilişkisinin en azından iki farklı ele alınışını buluruz. İlki ve ağır basan görüş devleti özünde toplumun hakim sınıfının –kapitalistlerin yada burjuvazinin- bir aracı olarak görmüştür. Komünist Manifesto’nun ünlü sözleriyle Marks, “Modern devletin hükümetleri, tümüyle burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” iddiasında bulunmuştur. Marksa göre kapitalizm sermaye sahibi burjuvazinin servetinin sömürülmesinden türetildiği bir sosyal ve ekonomik sistemdi. Böylesi bir toplumda sınıf mücadelesi özsel ve sürekliydi ve şiddet araçlarına sahip devlet, düşmanlıkların patlak vermesini denetlemeli, sömürgen azınlığın, sermaye sınıfının çıkarlarının sürmesini sağlamalıydı. Marks’ın daha genel maddeci tarih kavramlaştırmasına göre, devletin siyasi biçimlerini belirleyen, toplumun ekonomik ya da üretici zeminiydi. Devletin sermayenin belirli hiziplerinin temsilcilerine karşı davranabileceği koşullar vardı, fakat daima genelde sermaye sınıfının belirli hiziplerinin temsilcilerine karşı davranabileceği koşullar vardı, gakat daima genelde sermaye sınıfının genel çıkarının korunması öncelikliydi. Gerçekten de Engels, devlet nosyonunu, ideal ortak kapitalist, yani gündelik rekabetleri etkili işbirliğini güçleştirebilen tek tek kapitalistlerin genel ve ortak sınıf çıkarını temsil etmeye muktedir yegane kurum olarak biçimlendirmiştir. Bu görüş, gelişimleri, 1917 Rus Devrimi’ne kadarki dönemde biçimlenmiş olan ilk kuşak Marksistler üzerinde etkili olmuştu. Lenin devleti “ Belirli sınıfı ezmek için özel bir güç” olarak tanımladı. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin lideri Karl Kautsky ise “Modern devlet, öncelikle, egemen sınıfın çıkarlarını gözetme amaçlı bir araçtır” demişti (Pıerson, 200;22-23).

2.3. Liberal ve Neo-Liberal Devlet
Liberal devlette toplumu oluşturan kişilerin amaçlarından başka bir amaç atfedilemez. Devlet kesimini yaratan neden, kişilerin tüm arzularını piyasada serbest değişimler yoluyla karşılanması yönündeki imkansızlıktır. Şu halde, devletin görevi bir yandan piyasa mekanizmasının düzenli çalışmasını sağlamak, diğer yandan da piyasa mekanizması ile karşılanması imkansız ya da sakıncalı olan üretimi gerçekleştirmektir.
Piyasa mekanizması ekonomik hayatı yönlendirebilme niteliğini kaybetmekte ve bunun yerini firma boyutundaki planlama mekanizması almaktadır. Bu dev işletmeler kamuoyunu kazanarak iktisat politikasını kendi amaçları yönüne çevirebilmektedirler. Eğitim ve bilim kurumları bir siyasal güç olarak; yaşlanarak tükenmiş sendikaların yerini almaktadırlar. İşte modern devlet, çağdaş dev işletmelerin ve amaçları göz önünde tutularak anlaşılabilir. Sanayileşmiş kapitalist ekonomileri, özel kesim tüketim malları açısından bolluk, toplumsal hizmetler açısından ise kıtlık içindedir. Bu nedenle modern devletin görevi düzenleme ve destekleme faaliyetleri ile bu toplumsal hizmetler açığını kapatmak ve kapitalist sistemi, şirketlerin amacına hizmet etmektense toplumun refahını artırmaya yöneltmek olmalıdır. Devlet özellikle konut yapımı, sağlık, toplu taşımacılık, çevre korunması ve güzel sanatlar gibi önemli kamu yaraları olan hizmetleri üzerine almalıdır.
Günümüzde küreselleşmenin iktisadi unsurlarını oluşturan çok uluslu firmaların, ulus devletlerin iktidar alanını zorluyor olmaları ve finans sermayesinin sınır tanımaz bir şekilde hareketlilik kazanması, devlet ile kapitalist sistem arasındaki karşılıklı ihtiyacı ortadan kaldırmamaktadır. Şimdi gerekli olan ulus devletlerin de kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturması, bu üst otoritenin kaçınılmaz bir şekilde belirli az sayıda ulus devletin hegemonyası altında olacağının belirtisidir. Dolayısıyla batı sitemi, kapitalizmle devleti bir bütünsellik içinde birleştirmekte ve belirsizliğin tehdidine karşı, giderek güçlenen bir hiyerarşik yapı ve anlayış yerleştirmektedir.
Bu sistem içinde devletin işlevi sadece iktisadi alanda sınırlı değildir. Değişimin neden olduğu yüksek hareketlilik sosyal sorunlara yol açtığı ve toplumsal kesimler arasında hiyerarşik bir yapılanmaya neden olduğu ölçüde devlet, sistemin sürdürülmesi açısından gerekli bir işlev yüklenmektedir. Öte yandan siyasal partiler arasında ortaya çıkması muhtemel tıkanmalar ve özellikle resmi ideoloji karşıtlarının eylemleri, devleti siyasal krizlerin de önleyicisi ve sistemin sürekliliğinin sağlayıcısı konumunda tutmaktadır.
Bu ideolojik korumanın temelini ise liberal pozisyon oluşturmaktadır. Kendi çıkarlarını rasyonel bir şekilde piyasa mekanizmasına liberal demokratik seçim sistemine yansıtabilen atomize bireylere dayanan liberalizm; insanlar arasındaki ilişkileri ve kuramsal bağları mümkün ancak gereksiz kılmaktadır. Hatta denilebilir ki bu türden ilişkiler ne denli azaltılırsa, sistem de kendi mükemmel işleyişine o denli yakınlaşacaktır.Böylece liberalizm tam aksini yaptığını vazederken, gerçekte devleti meşrulaştırır ve onu denetimsiz hale getirir. Liberal teoride yer alan kuvvetler ayrılığı ve devletin küçülmesi ilkeleri bu felsefi açığın siyaset teorisinde kapatılmaya çalışılmasıdır. Liberalizmin çıkış noktası toplumsal bir platform değil de birey olunca, devletin sitemdeki önemi artar ve dengenin bozulması durumunda, düzeltici olarak sadece devlet kalır. Öte yandan gerçek devletlerin kendilerini yeniden üretirken nüfuz alanlarını kolaylıkla genişletmeleri sonucunda, devletler hem teorik dengeyi bozan hem de kendilerinden teorik dengeyi kurmaları beklenen yapılar haline gelmektedirler. Bu ise, liberalizmin teorik bir devlet kavramı geliştirmesine ve krizlerin nedeninin gerçekte devletlerin bu modelden sapmalarına bağlanmasına yol açmıştır (Mahçupyan, 2004;26-27).
Devlet ve toplum konusundaki neo-liberal görüş çoğu kez, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yarım yüzyılda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da devlet ve toplumun tarihsel evrimi bağlamında açıklanır. Neo-liberallere göre, yayılan devletin kökenleri, 19.yüzyıldadır ama Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ki devletlerin fazlasıyla geniş ve fazlasıyla güçlü hale gelmeleri, gerçekte yirminci yüzyılın, daha özel olarak da 1945’ten bu yana olan dönemin işidir. Bu Yeni Leviathan’ın yükselişi, büyük çlçüde ekonomik faaliyet düzeylerini yükseltme, ekonomik büyümenin meyvelerini yeniden dağıtma ve yurttaşlarının refah statüsünü güvenceleme amacıyla devletin topluma daha da aşırılıkla müdahale ettiği genişletilmiş bir sosyal demokrat gündemin tüm kanaatlerinin partiler tarafından izlenmesinin sonucudur. Devlet ne kadar fazla müdahale ettiyse, toplumdan almak zorunda olduğu kaynaklar da o kadar büyük oldu. Fakat bu müdahalelerin kapsamı ne kadar büyükse, neo-liberallerin savunduğuna gör, başarısız olmaları ya da amaçlanmamış veya arzulanmayan sonuçlar almaları o kadar sık görüldü.
Neo-liberaller, devlet-toplum ilişkisinin tamamen tek yönlü seyir olduğunu savunmazlar. Örneğin toplumdaki örgütlü çıkar çevrelerinin devlete baskı yapabilme gücünü ve hükümetlerin kendilerini yerine getirmekle yükümlü buldukları neredeyse karşı konulmaz talepleri dikkate alırlar. Onların savları daha ziyade, iyi bir toplumun –özgürlüğü ve adaleti güvenceleyebilen bir toplumun- liberal bir sivil toplumdaki piyasa tipi işlemlerde kendisine zor uygulanmayan bireylerin zora dayanmayan karşılıklı işlemlerine dayanması gerektiği şeklindedir. Devletin, hatta demokratik devletin tek meşru işlevi, bireyler arasındaki akitten doğan ilişkilerin sürdürüleceği genel koşulları güvencelemektir. Ancak yirminci yüzyılda gördüğümüz şey, yönettikleri toplumları çok daha aktif ve pahalı yönetme peşinde, haddini aşan devletlerdir. Bunun sonuçları da özgürlüğün kaybedilmesi, adalet yoksunluğu ve ekonominin eksik performans göstermesidir. (Pıerson, 2000;132)

3. MODERN DEVLETİN GELİŞİMİ ve ULUS DEVLET
3.1. Modernleşme Süreci ve Modern Devlet
Modernleşme sürecinin son yüzyıllarda modern devleti çıkarması devlet teşkilatının toplumla olan ilişkileri açısından niteliklerini değiştirmiştir. Modern devlet ulusa dayalı laiklik ilkesine göre örgütlenmiş ve kurduğu rasyonel hukuk sitemiyle ulus-devlete bağlı vatandaşlık anlayışını beraberinde getirmiştir. Modern devlet, birçok kamu hizmetini halkına sunmak taahhüdünde bulunan ve özellikle II.Dünya Savaşı sonrasında sosyal devlet kavramının gelişimiyle yeni özellikler kazanan idari devlettir.
Modern devlet egemen bir devlettir. Egemenlik modern dünya sitemi içinde icat edilmiş bir kavramdır. İlk bakışta anlamı, tamamen özerk devlet iktidarıdır. Ama modern devletler aslında devletlerarası sistem olarak adlandırdığımız daha geniş bir devletler çemberi içinde varolur. Dolayısıyla mevcut olduğu varsayılan bu özerkliğin içeriğini ve derecesini incelemek durumundayız. Tarihçiler 15.yüzyılın sonunda tam da modern dünya sisteminin başlangıç anında, İngiltere, Fransa, ve İspanya’da yeni monarşilerin ortaya çıkışından söz ederler. Devletlerarası sisteme gelecek olursak, nesebi genelde İtalyan yarımadasında Rönesans diplomasisinin gelişmesine dayandırılır; kurumsallaşmasının ise genelde 1648’deki Westphalia Barışı olduğu düşünülür. Avrupadaki çoğu devlet tarafından imzalanan Westphalia anlaşması, göreli özerkliği sınırlamakla birlikte garanti altına da alan belirli devletlerarası ilişki kurallarını kanunlar halinde derledi. Bu kurallar daha sonraları uluslar arası yasa başlığı altında genişletildi ve ayrıntılandırıldı (Wallersteın, 2005;71).
Görüldüğü üzere, modernleşme, İngiltere, Fransa,Almanya ve diğerleri gibi Batı Avrupa ülkelerinde Rönesans’tan sonra ortaya çıkan aydınlanma çağı ile başlayan ve 1789 Fransız İhtilali ve 1750’lerden sonra İngiltere’yle başlayan sanayi devrimiyle ve sanayileşme olgusuyla gelişen bir süreçtir.Rönesans ile birlikte gelen aklın ve bilimin egemenliği insanın çevresindeki her şeyin insan tarafından yeniden tanımlanmasını gerektirmiştir. Aklın ve bilimin belirleyici olmaya başladığı bu dönemde dinin iktidar üzerindeki etkisi zayıflamıştır. Machiavelli, Bodin, Hobbes, Locke, ve Rousseua gibi aydınlanma çağının bazı düşünürlerinin etkilediği yeni dünya anlayışı modernleşmenin tohumlarını atmıştır.
Aslında modernleşme Batı dünyasının yaşadığı bir değişim sürecidir. Diğer yandan gelişmekte olan ülkeler ise modernleşme yerine modernleştirme süreçlerini yaşamış veya yaşamaktadırlar ( Çetin,2003;51). Aralarındaki en önemli fark öncekinin doğal olarak bir modernleşme değişim dönemi geçirmiş olmasına karşılık ikincisinin Batı tarafından etkilenerek müdahaleye özellikle kendi seçkin yöneticileri tarafından modernleştirilme süreci yaşamasıdır.
Batıda geleneksel toplumdan modern topluma geçiş, dörtyüzyıllık uzun bir mücadele sürecinde gerçekleşti. Hızını kendi iç dinamiklerinden alan ve batı için doğal bir gelişme olan bu süreci, modernleşmeciler batı dışı toplumlar içinde zorunlu gördü. Buna göre, Avrupa dışında kalan toplumların gelişebilmeleri için, Batının yaşadığı süreci yaşamaları yaşamaları gerekiyordu. Genel ve eşit oy hakkına dayalı olarak siyasi iktidarın değişimine imkan veren, muhalefetin olduğu, ifade ve örgütlenme hürriyetinin verildiği demokratik siyasi rejimler, batıdaki ekonomik ve sosyal evrimleşmenin ürünü olarak ortaya çıktı. Batılı olmayan toplumlar, benzer ekonomik ve sosyal evrimleşmeyi yaşamadıklarından demokratikleşme şansları zayıftır. Bu nedenle demokratikleşmeden çok, ekonomik ve sosyal şartları oluşturacak bir modernleşme programını uygulamaları, ekonomik ve kültürel düzeylerini yükseltmeye ağırlık vermeleri gerekir. Modernleşmeyi kısa devrede başarabilmeleri için, gerekirse demokratik uygulamaları tamamen askıya alan, otoriter politikalar yürütmeleri de mümkündür.
Batılı olmayan toplumlar, 19.yüzyılın başlarından itibaren batıyı örnek alan değime modelleri izlemeye başladılar. Modernleşme, ülke yönetimini elinde tutan monarşiler, aristokratik azınlıklar veya batı kültürünü benimsemiş bürokrat ve aydınlar tarafından öncelikle askeri ve idari alanlarda başlatıldı. Özellikle sömürge ülkelerinde modernleşme tamamen devlet eliyle yürütüldü ve sömürgelerin tasfiyesine kadar resmi alanlarla sınırlı kaldı. Modernleşme teorileri, batılı olmayan tüm toplumları, sömürgeleriyle aynı kategoride değerlendirdiler. Sömürgelerin tasfiye edilmesinden sonra, modernleşme programlarının kapsamı, ekonomik, sosyal, ve kültürel konuları da içine alarak genişledi. Batılı ülkeler bağımsızlık verdikleri eski sömürgelerinde, siyasi gelişmelerin yönünü kendi lehlerine çevirebilmek için modernleşmenin kapsamını genişlettiler. Bu ülkelerde, batının desteklediği yönetici ve bürokratlar, iktidarlarını sürdürebilmek için, toplumlarını batının gösterdiği doğrultuda ve gerekirse zor kullanarak değiştirmekten çekinmediler. Böylece modernleşme, bir yönüyle batı sömürgeciliğinin yeni şartlara uydurularak sürdürülmesine hizmet etmeye başladı.
20.yüzyılın ortalarına gelindiğinde, dünya hegemonyasını tamamen ele geçirmiş olan Avrupa’nın modernleşme teorilerinden eskisi kadar önemli beklentiler kalmamıştı. Avrupalı olmayan toplumların ekonomik, sosyal ve siyasi yapıları belli ölçülerde değişmişti. Artık önemli olan, modernleşmenin devamından çok bu toplumların ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel yönden batının gündeminde kalmasını sağlamasıydı. Kendisini bu yeni amaca ve koşullara uyarlayan modernleşme teorisi, iktisadi sistem olarak kapitalizmi, siyasal sitem olarakta liberal demokrasiyi idealleştirdi (Karatepe, 1999;16).
Modernleşmenin dayandığı iki temel olgu vardır; sanayileşme ve milliyetçilik (ulus anlayışı). Ayrıca Sanayileşmenin beraberinde getirdiği şehirleşme de bu bağlamda öneme sahiptir. Batı Avrupa ülkelerinde 16. ve 17. Yüzyıllardan sonra ticaretin artmasıyla ayrı bir şehirli tüccar kesimi meydana gelmiştir. Daha sonra teknolojik alanda gerçekleştirilen gelişmeler beraberinde yeni sanayi malları üretimini artırmaya başlamıştır. Sanayileşme, şehirlerde ihtiyaç duyulan işgücünden dolayı kırsal kesimden şehirlere insanların göç etmesine neden olmuştur. Şehir merkezleri büyümüş ve yeni yaşam başlamıştır.
Modern devlette meşruiyet (yönetme hakkının dayanağı) kaynağı ulustur. Geleneksel yapılarda meşruiyet, geleneksel yöntemlerle iktidarın kullanılmasına dayanırken, artık iktidar halka dayanan ve onların içinden çıkan bir yönetim haline gelmiştir. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda insanlar kendilerinden bağımsız olarak gördükleri yönetici iktidarı modern yapıda kendi içlerinden çıkmış olarak görmeye başlamışlardır.Dolayısıyla yönetimin meşruiyet kaynağı geleneksel olanlardan çok rasyonelliğe ve hukuka (yazılı kurallara) dayanmaya başlamıştır (Çetin, 2003;53).
Modern devlette insanlar geleneksel yapıdan farklı biçimde hukuki kurallara dayalı olarak vatandaşlık statüsünü kazanmışlardır. Zaten doğal olarak sahip olduğu düşünülen temel hak ve özgürlükler anayasa ve yasalarla düzenlenerek vatandaşlık kavramı geliştirilmiştir. Artık kişiler yöneticiye bağlı tebaa olmaktan çıkmış ve tamamen hukuk kurallarına dayalı bir karşılıklı ilişkiyle yönetilmeye başlamışlardır. Özellikle bu bağlamda hukuk devleti kavramı ve hukukun üstünlüğü ilkesi geliştirilmeye çalışılmıştır.
Diğer önemli özellik geleneksel yapıdan farklı olarak laiklik anlayışının getirilmesiyle devlet üzerinde dinin etkisi veya din üzerindeki devletin etkisinin ortadan kaldırılması amaçlanmıştır.Böylece modernleşme sürecinde devletin laikleştirilmesi önemli bir aşama olarak kabul edilmektedir.
Bütün bu gelişmelerle modern yapının 1950’lerde zirveye çıkması ve günümüze kadar devam etmesiyle birlikte son zamanlarda modern yapıyla ilgili yeni tartışmalar başlamıştır. Özellikle Avrupa Birliği gibi yeni ulus üstü oluşumların ulus devletin sonunu getirdiğini iddia edenler vardır. Bu gelişime post-modernizm ve devletle ilgili olarak ta post modern devlet denmektedir. Ancak bu tür post-modern gelişmeler olsa bile günümüzde ulus devletin tamamen ortadan kalkma eğiliminde görülmediği en azından etkinliğini kısmen kaybetse bile yine devam edeceği düşünülebilir. Bununla birlikte uluslar arası alandaki işbirliği ve etkileşim nedeniyle ulus devletlerin en azından 50-60 yıl öncesine göre etkinliğini kaybettiklerini söylemek mümkündür. Modern devlet kısmen etkinliğini kaybetse bile hala varlığını sürdürmektedir.

3.2. Ulus Devlet
Devletlerin kendi otoritelerini güçlendirmeye ve daha fazla güç kazanarak mafyaların rolünü azaltmaya çalışırken izledikleri yollardan biri nüfuslarını “ulus” haline dönüştürmektir. Uluslar, toplumsal yaratımlar olmaları itibari ile hiç kuşkusuz mittirler ve devletler ulusların inşasında merkezi bir role sahiptir. Ulus devlet kavramını tüm devletlerin şiddetle meylettiği bir asimpot gibi düşünmek gerekir. Bazı devletler bunu yapamadıklarını ve çok uluslu olduklarını iddia ederler, ama bu tür devletler bile bir birleşik devlet kimliği yaratmaya çalışırlar. Ulusçuluk bir statü grubu kimliği, belki de modern dünya sistemin muhafaza edilmesi açısından en hayati olanıdır, tümüyle devletlerarası sistem içine yerleşmiş egemen devlet yapıları üzerine temellenmiştir.Ulusçuluk, devlet yapılarının asgari çimentosu işlevini görmektedir. Sadece zayıf devletlere özgü bir fenomen değil aynı zamanda orta derecede güçlü ve zengin devletlerde de başvurulan bir güçtür (Wallersteın, 2005;87).
Kapitalist üretim tarzının ortaya çıkmasıyla prekapitalist dönemim devleti yerini modern ulus devlete bıraktı. Ulus devletin tarih sahnesine çıkışı merjabtilist denilen döneme kadar gerilere gitmekle beraber, esas itibari ile Avrupa’nın Batısında 1648 Westfalya Barışı sonrasında büyük Fransız Devrimine varan süreçte ortaya çıkmıştı. Ulus devlet modeli önce Avrupa’nın doğusunda daha sonraları da diğer bölgelerde geçerli olmuştur.
Kapitalist üretim tarzının devlet modeli olan ulus devlet, esas itibariyle bir ulusal burjuvazinin hakimiyetine dayanıyor ki, söz konusu burjuvazi kendi kendine işlerliği olan, kendini genişletilmiş olarak yeniden üretebilen bir ulusal ekonomi oluşturmayı başarabiliyor. Ulus devletin belirgin ikinci özelliği de sosyal veçheyle ilgilidir. Söz konusu devlet dil ve kültür ortaklığına dayanıyordu. Ekseri sanıldığı gibi ulusun devlete önceliği söz konusu değildi. Daha çok ulusu yaratan devlet oluyordu. Üçüncü özellikte söz konusu ulus devlet’in diğer ulus devletlerle çatışmalı ilişkileri yönetmek birde sömürgeleri egemenliği altında tutmak gibi işlevleri üstlenmiş durumdaydı (Kılıçbay, 1998;3).
Sanayileşme ile sosyal yaşamda değişiklikler, büyük imparatorluklar içerisindeki milliyetçilik hareketlerini artırmıştır. Fransa gibi ülkelerde krala isyan eden halkın yönetimi ele geçirerek halka dayanan yönetimler kurmasına kadar gitmiştir. Ancak Fransa’da ulusa dayanan devletin kuruluşu her ne kadar 1789 İhtilali ile gerçekleşse de alt yapısı oldukça uzun bir düşünce gelişimine dayanmaktadır. Özellikle Fransız ulusunun kendi Cumhuriyet sistemini kuracakları 1789 İhtilaline kadar gelen süreci etkilemiştir. Milliyetçiliğin başladığı tarih olarak 1789 Fransız İhtilali kabul edilmektedir. Bunun başlıca nedeni, Fransız İhtilali ile Avrupa’daki imparatorluklarda milliyetçilik hareketlerinin gün yüzüne çıkması düşünülebilir. Ancak bu süreç 19.yüzyılın son çeyreğinde ve 20.yüzyılın ilk çeyreğinde bir çok ülkede ulus devletlerin kurulmasına kadar varmıştır.
Sanayileşme ile büyüyen şehirler yeni bir yaşam anlayışına sahip olmaya başlamışlardır. Özellikle modernleşme olarak adlandırılan bu yeni yapıda karmaşık ilişkilerin varlığı, işbölümün bulunması ve yeni bir yaşam tarzı ile toplumda yeni bir örgütlenme biçimi ortaya çıkmaya başlamıştır. İşte böyle bir yapıdan sonra özellikle ulus devlet olarak adlandırılan yeni devlet biçimi ortaya çıkmış ve Fransa, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde ulusal birlikleri oluşturulmuştur. Dolayısıyla bir ayağı sanayileşme ve diğer ayağı milliyetçilik olan modernleşme sürecinin gelişiminin ortaya çıkardığı devlet tipi, geleneksel yönetim anlayışına dayalı devletten farklı olarak yeni özellikler ortaya koymuştur. Özellikle 20.Yüzyılın başında olgunlaşan ve günümüzde de genel anlamda devam ettiği düşünülen modern ulus devlet başlıca şu özelliklere sahiptir. Ulus devlet olması, hukuki statüsü belirlenmiş ve korunmuş bir vatandaşlık anlayışı ve laiklik. Bu özelliklere ek olarak, hukuka dayalı bürokratik bir yapının çıkması ve bürokratlığın meslek haline gelmesi, rasyonel düşüncenin ve bilimin egemen olması, çalışanların yönetime hukuken bağlı olması ve kişiye bağlılık esasının kalkması gibi noktalar sayılabilir.
Üç temel özelliğe bakıldığında ulus devlet, milliyetçilik hareketleri sonucunda özellikle imparatorlukların parçalanması ile çoğunluğu oluşturan ulusun kendi adıyla yeni devlet kurmalarının bir ürünüdür. Bu bağlamda örneğin Fransa’nın, İtalya’nın, Almanya’nın ve Türkiye’nin kurulması birer örnektir. Ulus devlet anlayışı yönetimin halka dayalı olması düşüncesini beraberinde getirmektedir.Ulusa dayalı devletlerin ortaya çıkışında özellikle Hobbes’un toplum sözleşmesi ve Rousseau’nun ulus egemenliği düşünceleri önemli yere sahiptir. Bilindiği gibi ulus devlet kavramı, insanların kendi kaderlerini ulusal politik mekanizmalar ve kurumlar çerçevesinde belirleme fikrini ifade etmektedir. Tarihsel süreçte; toplumbilimsel bir olgu olarak ulus devlet, feodal karakterdeki bir siyasal düzenden merkeziyetçi özellikleri ağır basan bir siyasal düzene geçişi temsil etmiş, aynı dili konuşan, aynı soydan gelen, aynı dine mensup, aynı kültüre sahip, aynı tarihsel geçmişi paylaşan, ortak düşmanı veya düşmanları bulunan bir insan topluluğu olarak millet’in, siyasal olarak örgütlenmiş biçimi şeklinde algılanmıştır.
Ulusal egemenliğin doğal sonucu olarak bu süreçte insanların birtakım hak ve yetkilere sahip olduğu ve sorumlulukları bulunduğunun kabulünü kapsayan vatandaşlık anlayışı gelişmiştir. Böylece devlet merkezileşerek topluma nüfus etme yeteneğini artırmış, hukukta eşitliği ve ekonomide bütünleşmeyi sağlamaya çalışarak vatandaşlığa sosyal ve siyasal boyutlar katmış, belirlenmiş sınırlar dahilinde yönetme gücü tekeline sahip, bu gücü hukuk yaptırımına bağlayan, iç ve dış şiddet araçlarını doğuran ve kontrol eden bir kurumsal egemenlik yapısı durumuna gelmiştir. Geleneksel devlet yapısından modern devlete geçişle birlikte devletin belli başlı işlevleri; iç ve dış güvenliği sağlamak, hukuk ve yargı düzeni kurmak ve ekonomi politikaları geliştirmek olmuştur. Ancak günümüzde ulus devletin ulusal sınırlar içindeki yönetim ve düzenleme işlevleri yoğun bir şekilde tartışılmakta, devletin ulus altı ve uluslar arası birimlerle daha sıkı ilişkiye girmesi ve işbirliği yapması önerilmektedir. Aksi halde ulus devletin sorun çözme kapasitesini giderek kaybedebileceği belirtilmektedir.
Ulus devlet; kabile, yerel ve feodal bağlılıkların yerine ulusal bağlılığı koymuş, yerel ilgi ve bağları aşan bir mensubiyet bilincini kitlelere yerleştirmiştir. Fakat ulusal politikaların; kitle demokrasisi ve küresel ekonomi çağında, soğuk savaşın ortadan kalktığı bir ortamda kırılganlaştığı, önem ve ağırlığını giderek kaybettiği bir ölçüde doğrudur. Ancak buna rağmen küreselleşmenin ulusal ekonomileri tamamen bertaraf ettiğini, ulusal politikaların bundan böyle anlamını kaybettiğini, ulusal düzeyde yapılabilecek fazlaca bir şey kalmadığını söylemek mümkün değildir.Çünkü ulus devlet hala birçok insan için kimliğinin birinci dereceden merkezi olma özelliğini korumaktadır. Bugünkü dünya sisteminin de en belirleyici ve egemen unsuru ulus devlettir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeciliğin klasik biçiminin tavsiyesiyle, ulus devlet modeli evrenselleşmekle birlikte, bu devletler hiçbir zaman emperyalist batıdakine benzer ulus devlet olamadılar. Bir kere sömürgecilik ve emperyalizm bu ülkelerde bir ulusal burjuvazinin oluşmasını ve gelişmesini engellemişti. Dolayısıyla kendi kendini yeniden üretebilen bir ekonomik temel ya da ekonomimin genişletilmiş yeniden üretimini sağlayabilecek bir kapitalist sınıfın yokluğunda bu ülkelerde ulus devlet, Batıdakinin bir karikatürü olmanın ötesine geçemedi. Söz konusu ülkelerde Batı’da geçerli siyaset siyasi demokrasinin bir türlü yerleşemeyişi de bu durumla doğrudan ilgilidir.
1970’li yıllardan başlayarak özellikle de 1980’li yıllarda çok uluslu şirketlerin sayısının ve etkinliklerinin artmasıyla, sermaye devlet ilişkisi yeni bir biçim almaya başladı. Yüzyılın başındakinden farklı olarak ulus devlet mevcut yapısıyla sermaye için bir handikap haline gelmeye başladı. Dolayısıyla varolan devlet aygıtı dünyanın tamamını faaliyet alanı olarak gören sermayenin ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldi. İşte, şimdilerde yaşanan gerilim, ulusal çerçevede kalan ulus devletle, evrensel planda faaliyet gösteren sermayenin ihtiyaçları arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyor ve daha şimdiden dünya devleti için girişimler başlatılmış durumda. Devleti küçültme, devletin asli işlevlerine dönmesi, özelleştirmeler, vb. ancak bu bütünlük içinde kavranabilir.
Küreselleşme, ulusal düzeyde birey ile devlet arasında bir tampon alanı oluşturulmasına çalışmakta, devletin egemenlik alanı bir yandan küresel aktörler tarafından paylaşılmak istenirken, bireyin de egemen bir özne olarak devletin egemenlik anlayışını içerde sınırlamasının yolları açılmaktadır. Bu süreçte uluslar arası örgütler, insan hakları kuruluşları ve uluslar arası sözleşmelerle bireyi, kendi devletine karşı koruma amacı yönünde bir eğilim göze çarpmaktadır. Bütün bu değişmelere ve ulus devletin gücünü yitirdiğiyle ilgili iddialara rağmen, günümüzde dünya hala ulus devletler dünyasıdır. Dünya küresel çapta bir ulus devletler sistemidir. Bu sitem içinde ulus devletler, çok çeşitli siyasal, ekonomik, kültürel ve iletişim ilişkileri içerisindedirler. Bu ilişkiler, dünya ölçeğinde bir uluslar arası ilişkiler sitemine temel oluşturmaktadır. Ulusal devletin sonu görüşü egemenliğin anlaşmalarla “Birlik”e devredildiği Avrupa’da yaygındır. Ancak küreselleşmenin temellerine inildiğinde eleştiriye açık özellikleri görülecektir. Örneğin ulusal pazarın küresel serbest piyasayı yaratmadaki rolü ihmal edilmektedir. Sosyal politikaların temel hedefleri gözardı edilmekte ve küreselleşme sonucu oluşan uluslararası güç dengelerinin değerlendirilmesinde de hata yapılmaktadır.
Kapitalist ekonomik sistemin, bireysel özgürlüğe, bireyin kar peşinde koşmasını önleyen engellerin ve eski hiyerarşilerini ortadan kaldırılmasına ve sosyal istikrara ihtiyaç duyduğu zamanlarda, bu ihtiyaca en uygun cevap hiç kuşkusuz ulus devlet olmuştur. Ulus devlet, bir kurum olarak, çok sayıda işlevi yerine getirebilir ve bunu yaptığı içindir ki varlığını sürdürmektedir. Bu işlevlerin başında; etnik yada dinsel kimliği ne olursa olsun, vatandaşlarına, olanaklar ölçüsünde, çevre ülkelerin saldırısına karşı güvenlik, içeride de bireylere, toplumsal sınıflara veya dinsel etnik alt guruplara birbirleri karşısında hukuksal eşitlik, adalet ve güvenlik sağlaması gelir. Bu anlamda devlet, halen bir otorite merkezidir.
Özetle ulus devlet olgusu hem gelişmiş ülkeler bakımından hemde gelişmekte olan ülkeler bakımından işlevsel bir yapı olma özelliğini sürdürmektedir. Ulus devlet, belirli ölçülerde egemenlik erozyonuna uğramakla birlikte, yeni nitelikler ve işlevler kazanmaktadır. Hukuka kaynaklık etme fonksiyonu da gelişerek devam etmektedir. Ancak, diğer aktörler de hukuk yaratma sürecinde giderek etkinleşmektedirler. Yeni aktörlerin ortaya çıkması, eski aktör olarak ulus devletin bu alandaki işlevini tamamladığı anlamına gelmemektedir.
Sonuç olarak, ulus devlet, yakın bir gelecekte süper devlet lehine sahneden çekilmeyecektir. Ulus devletlerin üzerinde çok uluslu şirketler tarafından devletsiz bir dünya kurulamayacaktır. Ayrıca günümüz dünyası, küresel barışı ve zenginliği gerçekleştirecek, bilim ve teknolojinin kazanımlarını dünyaya yayacak, küresel çevre sorunlarıyla baş edebilecek bir örgütlenmeye de sahip değildir. Ulus devletler, daha uzun süre vatandaşlık bağının merkezi, tarihsel ve kültürel farklılıkların temel kaynağı ve bireyin toplumsallaşmasının hareket noktası olarak varlığını devam ettirecektir ve ettirmelidir.

4. KÜRESELLEŞME ve DEVLET
Küreselleşme kavramı bazen dünya toplumlarının birbirine benzeme süreçlerini, buna bağlı olarak tek bir global kültürün ortaya çıkmasını; bazen de toplulukların ve kimliklerin kendi farklılıklarını ifade etme ve tanımlama sürecinde kullanılabilmektedir. Aslında bu iki nitelik de, globalleşen kültürel yapılar ile farklılıkları, yerelliği ve tikelliği yaşama geçiren kültürel pratiklerin eşzamanlılığı, beraberliği ve birbirlerini tamamlayıcılığı, küreselleşme sürecinin tam da kendisidir ( Keyman ve Sarıbay, 1998;27). Küreselleşme ile “ulus-devlet” ve “ulusalcılık” gibi kavramların öneminin giderek azalacağını, gelişen kapitalist üretim ilişkisinin uluslar arası etkileşimi artıracağı tartışılmaktadır (Tatlıdil, 2000;121). Ancak, bu tartışmalarda bir uzlaşmadan bahsetmek henüz mümkün görünmemektedir. Çünkü küreselleşmenin getirilerine ya da götürülerine ait uzlaşmayı sağlayacak genel ölçülerde kabul gören bir yaklaşım oluşmadığı gibi, küreselleşmeye ilişkin var olan yaklaşımlar da tümüyle farklılaşmaktadır. Küreselleşmeyi tanımlama çabalarının ve oluşan bakış açılarının sürecin kendisini değil, iyi ya da kötü etkilerini tartışan bazı ideolojik kalıpları göz önüne alması belki de bunun temel nedenidir (Jameson, 2000;39).
Farklı bir yaklaşıma göre ise küreselleşme, soğuk savaş döneminden sonra Batı’nın zaferini yeni bir açılımla dünya geneline yayması olarak nitelendirilmektedir. Bu bağlamda “yaşanan süreç, dağılma, sömürgeleşme ve demokratikleşme sürecinde daha geriye savrulma anlamına gelmektedir ( Güler, 1997;75).
Günümüz dünyasının temel niteliğini yansıtan küreselleşme olgusu, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda son dönemlerde yaşanan hızlı bütünleşme ve benzeşme sürecini ifade etmektedir. Bu süreçte dünya ölçeğinde hızla esen değişim rüzgarları, her alanda olduğu gibi siyasal yapılarda da köklü bir dönüşümü beraberinde getirmiş, bu dönüşüm gerek uluslararası sistemde ve gerek ulusal ve ulus-altı düzeylerde yeni yönetişim modellerini kaçınılmaz kılarak, ulus-devletin geleneksel yapısında ve yetki ve işlevlerinde bir farklılaşmaya yol açmıştır.
Günümüzün en önemli sorun/tartışma alanlarının başında, “ulus-devletin sınırlarının ötesinde ulusalüstü ve global düzeylerde kapitalizmin yol açtığı ekolojik, toplumsal ve kültürel tahribatın denetim altına alınmasının mümkün olup olmadığı” (Habermas, 2000;202) ve direkt olarak ulus-devleti hedef alan ve daha çok siyasal düzeydeki tartışmalarda belirginlik kazanan, “ulus-devlet işlevini tamamlayıp sona erdi mi, yoksa halen oynayacağı hayati bir yol var mı?” (Jameson, 2000;39) soruları gelmektedir. Bu ve benzeri konulardaki tartışmaların hemen hepsinin kaynağı, “gerisinde bilgi işlem, iletişim,vb. alanlardaki teknolojik gelişmeler ve üretimin örgütlenmesindeki çok önemli değişmeler bulunsa da, daha çok ulus devletin aşılması sürecine işaret eden küreselleşme”olgusuna dayanmaktadır.(Tekeli ve İlkin, 2000;115)
Küreselleşme çağında ulus devletler bir yandan etnik ve bölgesel siyasetlerin artması ile birlikte merkezkaç güçlerin baskısı altına girerken, öbür yandan ekonominin küreselleşmesi ve savaş teknolojisinin gelişmesi gibi etkenlerin yarattığı dış tehditlerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Esasen küreselleşmenin çoğunlukla ulus-devletin şu dört önemli yanını zayıflattığı söylenmektedir: Yetkileri, şekli, özerkliği ve meşruiyeti. Çevre, insan hakları ve küresel ekonomik işbirliği gibi alanlar, uluslar arası rejimlerin ve uluslararası düzenleyici sistemlerin doğmasına yol açmıştır. Bu da göstermektedir ki, böyle alanlarda uluslararası işbirliği olmaksızın bir ulus-devlet, vatandaşlarının talep ve ihtiyaçlarına cevap vermede yetersiz kalmaktadır. Bu, siyasal, ekonomik ve sosyal açılardan diğerlerinden tecrit olmuş ulus-devletin sadece yetki alanı daralmamakta, aynı zamanda şekli de değişmektedir. Savaş sonrası dönemde uluslararası örgütlerin sayısında olağanüstü bir artış görülmüş, bunun sonucunda ise devletin uluslararası niteliği gelişmiştir. Batıdaki çoğu ulus-devletin bu tür örgütlerle yoğun şekilde ilişkiye girmesi ile, yerel ve küresel politika üretme mekanizmaları arasında çok az fark kalmıştır. Bunun sonucunda demokratik yöntemlerle üye devletlerin özerkliğini hukuka uygun bir şekilde uzlaştırabilen Avrupa Birliği gibi yarı milletler üstü bürokratik güç sistemleri meydana gelmiş, bu ise devletin imajını zayıflatarak olduğundan farklı ve parçalanmış bir görünüm vermesine yol açmıştır. Devletin kurumsal şekli, küreselleşme sebebiyle değişimi sürdürebilir, ama bundan önemlisi, yapısal seviyedeki değişimlerdir. Devletin kendi siyasal ekonomik, sosyal ve kültürel politikalarını uygulama stratejilerinin etkinliği değişmektedir. Devletlerin birbirleriyle karşılıklı ilişkileri, özellikle çevre ve ekonomi konularındaki yerel politikaları dikte ettirmeye başlamaktadır. Bunun anlamı, milli düzeydeki ihtiyaçlar yanında küresel ihtiyaçların karşılanması için devletin yapısal bir değişime uğramış olduğudur. Devletin yetki alanı ve devlet şekillerine dikkat çekilmesi, devletin özerkliği konusunun da irdelenmesi gereğini ortaya çıkarmaktadır. Küreselleşme sürecinin ulus-devletlerin kendi kaderlerini tayin etme kabiliyetleri üzerinde sıkı bir kontrol mekanizması kurduğu sıkça ifade edilmektedir. Münferiden hiçbir devletin milli konularda tam hakimiyetinin olmadığı bir küresel faaliyetler alanının genişlemesi ile ulus-devlet özerkliğinin zayıfladığı gözle görülür bir gerçektir. Aynı şekilde, tek tek ulus-devletlerin kendi toprakları üzerindeki iç ya da dış nitelikli sorunları kontrol edebilme gücü, milli sınırları tanımayan küresel iletişim tekniklerinin gittikçe gelişmesi ile zaafa uğramıştır. Yetkilerin zaafa uğraması, kurumsal yapılanmaların değişmesi ve devlet özerkliğinin zayıflamasının tabii sonucu, ulus-devletin yetki ve meşruiyet kaybına uğraması, dolayısıyla hükümetlerin etkisini kaybetmeleridir. Dünya sistemini oluşturan ulusal devletlerin egemenlik haklarının kısıtlanması, aslında bu devletlerin üstünde yeni bir egemenlik düzeyinin varlığı ile olanaklı olmaktadır. Nitekim küreselleşme sürecinde ulus-devletlerin bazı temel alanlarda politika belirleme kapasitelerinin zaafa uğraması, devlet üstü organizasyonların iktidarlarının güçlenmesine paralel olarak gelişmektedir. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi ulus-ötesi yönetişim örgütleri bu alanda bir tür "takviye" işlevi görmektedir. Bunların kararları ve yönetsel kuralları, ulus devletler üzerinde, onların yönetim sistemlerini etkileyen bağlayıcı kararlar haline getirilmiştir (Farazmand, 2001;258).
Devlet ve demokrasi arasında pozitif bir ilişki kuran yaklaşımlar, devlet ve küreselleşme ve dolayısıyla küreselleşme ve demokrasi arasında negatif bir ilişki kurmaktadır. Çünkü küreselleşmenin devleti dönüştürerek zayıf kılması karşısında demokrasi korumasız kalmaktadır. Bu yaklaşıma göre demokratik yönetim, her şeyden önce buyuran, kaynakları toplayan ve düzenleyen işlevsel bir devletin varlığını gerektirir. Zayıf devlet demokrasinin kurumsallaşamaması, vatandaş hak ve özgürlüklerinin korunamaması anlamına gelir. Güçlü devlet ise, güçlü ekonomik, siyasal ve sivil toplum, dolayısıyla kurumsal demokrasi anlamına gelmektedir (Bağçe, 1999;13). Bu çerçeveden bakıldığında, "ulus-devletin gücünü yok etmek, sosyal devleti ortadan kaldırmak, sermayenin dünya çapında sultasını gerçekleştirmek için kullanılan tüm yöntemler, yığınlara demokrasinin gereği olarak sunulmaktadır (Eroğul,1997;46).



5. YERELLEŞME VE DEVLET
Küreselleşme ve yerelleşme süreçleriyle birlikte, bireyler de tek kimlikli dünyadan çok kimlikli bir dünyaya geçmektedirler. Bireyler artık birden fazla yerelliğin üyesi değişik ilişki ağlarının bir parçası olmakla bir ulusun üyesi olmayı aynı anda gerçekleştirmiş durumdadırlar. Birçok kimlikli dünyada yeni bir çoğulculuk anlayışı gündeme gelmektedir. Bu süreç aynı zamanda katılımcılığı da içermektedir. Böylelikle vatandaşlık çok kimlikli bir hale gelmekte ve çok kültürlülük üzerine kurulmaktadır. Vatandaşlık, yerellik ve topluluk bağları ile ilişkili yeni bir anlayış olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler demokratik, katılımcı ve çoğulcu anlayışla yeni bir yerel yönetim sistemine gereksinimi ortaya çıkarmaktadır (Sarıbay ve diğerleri, 1999;46).
Yerelleşme, hem bir hiyerarşik örgüt içerisinde üst kademeden alt kademeye “yetki devri”, hem merkezi yönetimden taşra yönetimine “yetki genişliği”, hem de merkezi yönetimden yerel yönetimlere “yetki göçerimi” olarak üç türlü olarak görülen bir eğilimdir ( Güler, 1996;143) Yerelleşme, yerel yönetim birimlerinin halka yakın olması ve alınan kararların halka en yakın düzeyde alınması anlamında kullanılmaktadır. Bu amaçla yerel yönetimlerin kendi görevlerini ve sorumluluklarını öncelikle kendilerinin yerine getirebilmeleri gerekmektedir. Böylelikle yerel halkın daha fazla yönetime katılması suretiyle yerelleşmenin güçlendirilmesi ve dolayısıyla geliştirilmesi sağlanabilecektir. Küreselleşmenin gündeme taşıdığı konulardan biride yerelleşmedir.Bu anlamda yerelleşme ülkelerin gelişme dinamiklerinin büyük ölçüde yerel dinamiklere bağlı kalmasını ifade etmektedir (Eryılmaz, 1997;90)
Devletin yeniden yapılandırılması çerçevesinde üzerinde durulan çözüm önerilerinden biri de yerelleşmedir. Buna göre merkezi devlet örgütlenmesi ile yerel yönetimler arasında yetki, görev ve işlevler yönüyle yeniden bir paylaşım yapılmalı, hizmetler yerelleştirilmelidir. Kamu hizmetlerinin yerelleştirilmesi, bir yönüyle demokratikleşmeye adım olarak diğer yönüyle de etkinlik ve verimliliğin sağlanması olarak değerlendirilmektedir (Şeylan, 1998;150). Yerelleştirme eğiliminin temel amacı, yerel karar verme sürecinde devletin değil toplumun ağırlık kazanmasıdır. Bu aslında liberal yaklaşımın öngörüsüdür. Ancak kimilerine göre liberal yaklaşımın toplum olarak tanımladığı kesim sadece sermayeden ibarettir. Bu nedenle liberal yaklaşımın “daha az devlet, daha çok toplum” kavramlaştırılmasının gerçekte kamu gücünün doğrudan sermayeye aktarımı anlamına geldiği ileri sürülmektedir. Böylece demokratikleşme iddiasının içinin boşaldığı, var olan eşitsizliğin daha da derinleştiği demokrasinin sürdürülebilirliğinin tehlikeye düşürüldüğü söylenebilmektedir (Güler, 1996;150).
Küreselleşme ile birlikte gündeme gelen yerelleşme eğiliminin en somut uygulaması olan ademi merkeziyetçilik ilkesi, yerel yönetimlerden önce ulusal yönetimlerin yeniden yapılanmalarını, ülkelerin yönetsel örgütlenmelerinde yerel yönetimler lehine değişikliğe gitmelerini zorunlu kılmaktadır. Küreselleşme sürecinde uluslararası arenalarda da bölgelerin ve mahalli toplulukların öne çıktıkları, söz ve rey sahibi haline geldikleri, küresel aktörler tarafından -milli devlet bir yana bırakılarak- muhatap alındıkları görülmektedir. Bu bakımdan yaşananın esasında "globalizasyon" (küreselleşme) değil, "glokalizasyon" (küyerelleşme) olduğu ileri sürülebilmektedir. Ancak birbiri ile çelişir gibi gözüken bu iki sürecin küreselleşme ve yerelleşme- birbirini besleyen tek bir projenin unsurları olduğu söylenebilir (Koçdemir, 2000;154) Klasik anlamda yerelleşme (desantralizasyon), ulus-devlet bütünü içinde merkezi yönetimden yerel yönetimlere doğru yetki, görev ve kaynak aktarımını ifade eder; bu anlamda yerelleştirme, yerel yönetimlerin ulus-devlet bütünü içinde merkezi yönetime oranla güçlendirilmesidir. Günümüzde ise yerelleştirme, merkezi yönetimin elindeki planlama, karar verme, kaynak oluşturma ve bunları yürütme gibi yönetsel yetkilerin taşra kuruluşlarına, yerel yönetimlere, yarı özerk kurumlara, meslek kuruluşlarına, gönüllü örgütlere (vakıflar, dernekler gibi) ve şirketlere aktarılması olarak kabul edilmektedir. Yetki genişliği, özelleştirme ve sivilleşme kavramları, modern anlamdaki yerelleştirme teriminin çeşitli uygulamalarıdır. Yerel yönetimler, yerelleştirme politikaları ile güçlendirilmekte ancak asıl olarak yetkilerin buradan piyasa güçlerine transferi amaçlanmaktadır. Modern anlamda yerelleştirmenin yöneldiği bu hedef, onu klasik anlamda yerelleştirmeden ayıran en önemli özelliklerden biridir (DPT, 2001;10).
Bugün yerel üzerine yapılan vurgunun arkasında, tarihsel bir süreç içinde yereli bastırıp, onun elinden iktidar odağı olma özelliğini alan ulus-devletin de benzer bir süreçle bu gücünü kaybettiği düşüncesi vardır. Ulus-devletin uğradığı güç kaybının, yereli bütünüyle bağımsızlaştırmasa bile, büyük ölçüde özerkleştirdiği varsayımı, yerelin iktidar odağı olma özelliğini bir ölçüde restore ettiği düşüncesini gündeme getirmektedir. Ancak, bu tür bir düşüncenin geçerliliği küresel süreç karşısında yerelin ne derece güçlü olabildiğine bağlı olup, yerelin bu anlamda önemli bir pazarlık gücüne sahip olmadığı söylenebilir. Bu nedenle yerelin özgünlüğünü siyasal kertede aramak ciddi siyasal sorunları olan bir uğraştır (Şengül, 2000; 131-132)
Yerelleşmenin Avrupa’da ulus-devletlerin eritilerek “tek Avrupa” hedefine ulaşabilmek için yüceltildiği belirtilmektedir. Ancak yerelleşmenin ulus-devlet kavramını aşındırmadan da sağlanabileceği düşünülmektedir. Daha doğrusu hem yerellik, hem de ulus-devlet vazgeçilmez iki değerdir. Bu bakımdan yönetim sisteminin bu iki kavramı dengeli ve uyumlu bir şekilde uzlaştırarak düzenlemesi ve yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Yerel yönetim kurumları özerk, katılımcı ve demokratik olarak var olmalıdırlar. Merkezi yönetimin ağır vesayeti altında kalan yerel birimler, her türlü sistemin varlık nedeni olan insana dönük ve insan odaklı hizmet üretimini başaramamaktadırlar. Artan nüfus, büyüyen sorunlar, çoğalan ihtiyaçlar, gelişen hizmetler vatandaşın istek ve beklentilerini tam ve yeterli biçimde karşılaması gereken kamu kurumlarının işini zorlaştırmaktadırlar. Bu durum özellikle merkezi kuruluşlar için daha da güçleştirmektedir. Bu bakımdan yerel yönetimler ve yerelleşme gelinen noktada ilk çözüm olarak görülmektedir (Özdek, 1997,27).


SONUÇ

Sonuç olarak devleti açıklarken, dikkat edilmesi gereken nokta, değişkenlerin, gelenek ve kültürlerin, toplumsal etkileşimlerin iyice ele alınması ve yukarda anlatılan yaklaşımlar ışığında hangisinin özelliklerini en fazla taşıyorsa o kategoride analiz edilmesidir. O yüzden etkileyici ve belirleyici olan yönetim tarihi, sosyal yapı, siyasal sistem ve anlayış, her alanda farklılıklar göstereceği için, genel bir devlet teorisinin geçerliliğinden söz etmek mümkün değildir.
Bir ülkede devlet çoğunlukla toplumdaki çoğulcu yapıyı ve her türlü talebi, diğer bir ifadeyle kamuoyunu dikkate alarak bir yönetim gösteriyorsa ve hukuku kendi çıkarı için değil toplumun çıkarına kullanıp herşeyin üstünde tutuyorsa, o ülkede çoğulcuların açıklamaya çalıştığı bir devlet ve toplum sisteminden söz edilebilir. Ancak devletin daima sermaye sahiplerini öne çıkardığı ve koruduğu ve onlara hizmet ettiği görülüyorsa Marksist yaklaşımın açıklamaları gerçeği daha fazla yansıtır. Yoksa gerçekten Seçkinci yaklaşımda denildiği gibi, devlet ve içindeki bürokrasi kendi çıkarını düşünüyor ve kamusal kaynakları ve yetkileri kendi amaçları için kullanıyorsa o ülkeyi en iyi Seçkinci yaklaşımın açıkladığı söylenebilir. Modern devletin topluma hizmet eden bir organizasyon olduğunu söyleyen Çoğulcuların dediği, devletin sermaye sahiplerine uzun dönemde hizmet eden bir araç olduğunu söyleyen Marksisitlerin dediği ve kendi zatında organize bir güce sahip olduğu ve kendi amaçları peşinde koşan bir mekanizma olduğunu söyleyen Seçkinci’lerin dediği devlet biçimlerini ele aldık. Ama esasında bunun teorik anlamda çok önemi olmadığını günümüz devlet yapısında ortaya çıkıyor. Çünkü bugün bilinen bir gerçek vardır ki, dünyada ki çoğu ülke Batılı anlamda Liberal demokratik devlet olduğunu ifade etmektedir.
Bir yerde devletin yeniden dizayn edilmesi sonucunu doğuran bu gelişmelerin en önemli unsurunu ise, kamu yönetiminin demokratikleştirilmesi oluşturmaktadır. Şeffaflık, bilgi edinme hakkı, katılım gibi demokratik yönetimin temel değerlerinin hayata geçirilmesi ve güçlendirilmesi, günümüzde hemen her devletin, kuruluş ya da örgütün öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır.
Kuşkusuz küreselleşme ile birlikte artarak bütünleşen dünyamızda, bütün yapı ve süreçler gibi devlet aygıtı da gerek yapı ve gerekse işlevsel boyutlarıyla önemli bir dönüşüme uğramaktadır. Kabullenilsin ye da fark edilmesin, devlet yetki kullanmada, düzenleme yapmada, denetim işlevini yerine getirmede giderek artan ölçüde bağımsızlığını yitirmekte, yerel, ulusal, uluslararası ve global ölçekte varlığını sürdüren çok sayıda aktörle iktidarını paylaşma konumuna düşmektedir.




KAYNAKLAR

Althusser, Louis, (2003), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, Çev. Alp Tümertekin 1.Baskı, İstanbul.

Aydın, Suavi, (2005), Amacımız Devletin Bekası, Demokratikleşme Sürecinde Devlet ve Yurttaşlar, Tesev Yayınları, 1.Baskı Kasım, İstanbul.

Bağçe, H. Emre, (1999), Küreselleşme, Devlet ve Demokrasi, Amme İdaresi Dergisi Sayı 32 , 4.

Çetin, Halis, (2003), Modernleştirme ve Türkiye’de Modernleştirme Krizleri, Siyasal Kitabevi, Ankara.

Çevik, Hasan Hüseyin, (2004), Türkiye’de Kamu Yönetiminin Sorunları, Seçkin Yayınları, 2.Baskı, Mayıs, Ankara.

Dilber, Orhan, (1998), Marx’ın Sınıf ve Devlet Hakkındaki Görüşleri Nasıl Ele Alınmalı, Özgür Üniversite Forumu, Devlet, Öteki Yayınevi, Ankara.

DPT, (2001), Yerel Yönetimler, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas
Komisyonu Raporu, Ankara

Eroğul, Cem, (1997) Ulus-Devlet ve Küreselleşme, Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, (Yayıma Haz.: Işık Kansu), 3. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.


Eryılmaz, Bilal, (1997), Yerel Yönetimlerin Yeniden Yapılanması, Birleşik Yayıncılık, İstanbul,1.Baskı, Haziran

Farazmand, Ali, (2001), Küreselleşme ve Kamu Yönetimi, (Çev. Sevilay Kaygalak), Mülkiye, Cilt XXV, Sayı 229, Temmuz-Ağustos.

Güler, Birgül A, (1996), Yeni Sağ ve Devletin Değişimi, TODAİE, Nisan, Ankara.

Güler, Birgül A., (1997), Küreselleşme ve Yerelleşme, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 6, Sayı: 4, Temmuz.

Habermas, Jürgen, (2000), Avrupa Ulus Devleti ve Küreselleşme Tazyikleri, (Çev. Alev Özkazanç) Mürekkep, Sayı 14.

Jameson, Friedric, (2000), Küreselleşme ve Politik Strateji, (Çev. Mehmet Beşikçi), Birikim, Sayı 139.

Karatepe, Şükrü, (1999), Darbeler Anayasalar ve Modernleşme, İz Yayınları, 3.Baskı, İstanbul.

Keyman, E. Fuat ve Sarıbay, Ali Yaşar, (1998), Küreselleşme, Siyaset ve Toplumsal Yaşam, Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam, Vadi Yayınları, Konya.

Kılıçbay, Mehmet Ali,(2004), Devletin Yeniden Yapılanması, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Doğu Batı Yayınları, 5.Baskı Ekim, Ankara.

Koçdemir, Kadir, (2000), Atatürk Dönemi Kültür Politikası ve Küreselleşme, Türk
İdare Dergisi, Yıl 72, Sayı 429, Aralık.

Mahçupyan , Etyen,(2004), Devlet Liberalizm ve Kapitalizm, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Doğu Batı Yayınları, 5.Baskı Ekim, Ankara.

Özdek, Yasemin, (1999), Globalizmin İdeolojik Hegemonyası: Yanılsamalar, Amme İdaresi Dergisi TODAİE, C:32, S 3, Eylül.

Pıerson , Chrıstopher, (2000), Modern Devlet, Çiviyazıları/Kamera, Çev.Dilek Hattatoğlu 1.Basım, İstanbul.

Sarıbay, Ali Yaşar, Keyman Fuat, Kahraman, H.Bülent, (1999), Katılımcı Demokrasi, Kamusal Alan ve Yerel Yönetimler, Dünya Yerel Yönetimler ve Demokrasi Akademisi Yayınları, Nisan

Şengül, Tarık, (2000), Siyaset ve Mekansal Ölçek Sorunu: Yerelci Stratejilerin Bir Eleştirisi, Küreselleşme Emperyalizm Yerelcilik İşçi Sınıfı, (Der. E. Ahmet Tonak), İmge Kitabevi, Ankara.

Şeylan, Gencay, (1998), Türkiye’de Bunalım ve Demokratik Çıkış Yolları, TÜBA Yayınları, Proje Raporu, Ankara, Ekim.

Tatlıdil, Ercan, (2000), Globalleşme Sürecinde İnsan Kaynaklarının Değişimi: Türkiye Örneği, Prof. Dr. Eyüp Kemerlioğlu’na Armağan, Sivas, Önder Matbaacılık.

Tekeli, İlhan ve İlkin, Selim, (2000), Küreselleşme Ulus-Devlet Etkileşimi
Bağlamında AB-Türkiye İlişkilerinin Yorumlanması, Doğu-Batı, Sayı 10, Şubat.

Wallersteın, Immanuel, (2005), Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş, Aram Yayınları, Çev.Ender Abadoğlu-Nuri Ersoy, 2.Baskı, Nisan, İstanbul.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler

Hakkımda

İstanbul, Türkiye
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ KAMU YÖNETİMİ MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MAHALLİ İDARELER VE YERİNDEN YÖNETİM